Blogger templates

5 Aralık 2013 Perşembe

HERCAİ MENEKŞE VE KARDELEN AŞKI

Birbirini deli gibi seven iki çiçek varmış. Bu aşıklar baharda buluşur hoş sohbet eder koklaşır, kış olunca kar altında kalır,kavuşmayı bir başka bahara bırakırlarmış.Bu sıla-vuslat durmadan devredermiş.
Birgün çiçeklerden birisi diğerine:''Biz seninle her bahar buluşuyoruz ne güzel hasret gideriyoruz gel senle bu kış soğuğa inat kar altına girmeyelim, üşüsek de donsak da yine beraber olalım bizim aşkımız bizi ısıtır zaten.'' demiş ve diğer seven çiçek bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş.Kardelen, o çok sevdiği menekşesi ile her baharda buluşur fakat onu her yeri donatan diğer çiçeklerden kıskanırmış. Kışın ortasında, hiçbir çiçeğin açmaya cesaret edemeyeceği bir ortamda aşkı ile baş başa kalabilmek ve sevgisini gösterebilmek için beklemiş. Ona söz veren menekşe ise sözünde durmamış ve açmamış. Karları delen, soğuk havaya, ayaza aldırmadan sevgilisini beklemiş kardelen, ama kimse gelmemiş. O da soğuktan değil ama yaşadığı hayal kırıklığından dolayı karların üzerinde gözlerini yummuş.

SU İLE ÇİÇEĞİN AŞKI(Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece“Seni seviyorum” demek yetmemektedir…)

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su’ya aşık olmuştur.İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,

“Sırf senin hatırın için ey su” diye…Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba“Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek,

alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.Çiçek, suya “Seni seviyorum" der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der.Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.

Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben,gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır

nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez.”Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum…Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece“Seni seviyorum” demek yetmemektedir…






YAĞMURUN HİKAYESİ

 O gün neşeli bulut gökyüzünde geziye çıkmıştı.Neşeli neşeli gezerken yolda sinirli bulutla karşılaştı.Nereye böyle neşeli diye sordu hemen sinirli bulut,gökyüzünde geziyordum belki yolda güneşi görür ona da bir merhaba derim dedi neşeli bulut. Peki sen nereye gidiyorsun sinirli? diye de sordu.Bende güneşe merhaba demeye gidiyorum dedi sinirli bulut, ama önce ben gideceğim dedim dedi neşeli bulut.Hayır ilk önce ben dedim ben gideceğim diye inatlaştı sinirli bulut. Ben gideceğim hayır ben gideceğim diye kavgaya tutuşlar. Ve şimşekler çakmaya başladı.Şimşekler çakınca gökyüzünden bir şeyler yağmaya başladı. Bunlar yağmur damlalarıydı.  Neşeli ve sinirli bulut o kadar çok inatlaştılar ki yağmur çok hızlı yağmaya başladı.Bu durumu uzaktan gören güneş onların kavga etmesine çok üzüldü ve bir an önce ortaya çıkıp onları kavgadan ayırdıNeşeli ile Sinirli bulut kavga etmeyi bırakınca yağmur da sona erdi.



KAR TANESİNİN HİKAYESİ

Bir zamanlar gökyüzünde yaşayan küçük kar taneleri varmış .Bu kar taneleri her kış gökyüzünden bir melek tarafından yeryüzüne düşürülür,yeryüzünde bir süre kalıp doğada ki pislik vekötülükleri temizledikten sonra buharlaşıp gökyüzüne uçarlar bir daha yeryüzüne yağmak için sıralarinin gelmesini beklerlermiş  .Bu küçük Kar taneleri için de bir tanesi varmiş ki o diğerlerinden çok daha heyecanlıymış.Çünkü geçen kış   yeryüzüne düşerken gördüğü genç bir adama aşık olmuş bütün arkadaşlari bunun imkansiz olduğunu söyleseler de o güzel gözlü genç adama aşık olduğunu söylemiş bütün bir yıl ve yeryüzüne ilk kar taneleri düşmeye başladiğinda bir karar almiş bu yıl sevdasını fısıldayacakmiş genç adama.İmkansiz olduğunu oda biliyormuş aslında ama gene de söyleyecekmiş.
Ve yeryüzüne düşme sirasi geldiğinde meleklere yalvarmiş sevdiği adamın olduğu yere düşmek için melekler üzülmüşler haline ve istediği yere hem de sevdiğinin tam yanağina düşürmüşler kar tanesini.Çok mutluymuş kartanesi bir süre sonra konuşmasi gerektiğini anlamiş ve;
‘’ Seni seviyorum.’’ deyivermiş.Genç Adam gülmeye başlamış kar tanesinin haline ve ; ‘’Saçmaliyorsun’’ deyip onu elinin tersiyle itip buharlaşmasına bile izin vermeden akan suyu ayaklarının altında ezivermiş.Çünkü adam hayatında hiç kimseyi sevmemiş ve sevmenin ne olduğunu bilmiyormuş. Birden bütün kar taneleri deli gibi yağarak adamin kaçmasini sağlamişlar fakat küçük kar tanesini kurtaramamişlar.Sevdasi sonu olmuş Kartanesinin.O günden sonra her Kış başinda yağan kar taneleri fırtına şeklinde yağmaya başlayıp arkadaşlarını andıktan sonra sakinleşip nazlı bir gelin gibi gökten süzülürlermiş.

5 ARALIK KADIN HAKLARI GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN...

Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkının Tanınması, 1930’larda, Türkiye Cumhuriyeti’nde kadınların siyasi haklarını kazanması için gerekli yasaların çıkarılmasını ifade eder. Kadınların siyasi hayatta seçme ve seçilme hakkını elde etmesi; toplumsal hayatta gerçekleşen Atatürk Devrimleri’nden birisidir.
1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce Belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınan kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanındı.Türkiye’deki kadınlar milletvekili olabilmek için ilk adımı 1923’te atmışlardı. Bu adım, kadınların 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde ilk kadın partisi “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurma isteğidir. Fakat 1909 Seçim Kanunu sebebiyle bu parti kurma girişimi, Kadınlar Halk Fırkası’nın Türk Kadınlar Birliği adlı derneğe dönüşmesi ile sonuçlanmıştı.
1924 anayasası hazırlanırken kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olması gündeme geldi ancak TBMM genel kurulunda bu hakların yalnızca erkeklere tanınması fikri ağır bastığından kadınlar siyasal haklar sağlayamadılar.
Gerekli yasal değişiklik 1934 yılında Başbakan İsmet İnönü ve 191 milletvekilinin sunduğu Anayasa ve Seçim Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa önerisi sonucu gerçekleşti. Öneri, 5 Aralık 1934’te Mecliste görüşüldü. Yapılan oylamada, 317 üyeli Meclis'te, oylamaya katılan 258 milletvekilinin tamamının oyuyla değişiklik önerisi kabul edildi. Anayasanın 10. ve 11. Maddeleri değiştirilerek her kadına 22 yaşında seçme, 30 yaşında seçilme hakkı verildi. Bu anayasa değişiklikleri çerçevesinde İntibah-ı Mebusan Kanunu (Milletvekili Seçimi Kanunu)’nda 11 Aralık 1934’de yapılan değişiklikler sonucu anayasada tanınan haklar seçim kanunuyla da düzenlendi.
Yasanın çıkmasının ardından 7 Aralık 1934’te, Türk Kadınlar Birliği İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda büyük bir kutlama mitingi ve Beyazıt’tan Taksim’e bir yürüyüş düzenledi.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Bob Marley

Efsane reggae sanatçısı Bob Marley'in 130'un üzerinde plağı, her biri dillere destan olmuş yüzlerce şarkısı bulunuyor. Asıl adı Robert Nesta Marley olan unutulmaz sanatçı, 6 Şubat 1945 tarihinde Jamaika'da dünyaya gelmiştir.

5 yaşındayken, annesi Kingston'a taşınmaya karar vermiş ve orada Bob ve ailesi, yaşamı boyunca Bob'un en iyi arkadaşlarından biri olan Bunny Livingston ve ailesi ile birlikte yaşamışlar. Bob ve Bunny, o yıllardan beri müzik ile uğraşmışlar.


Bob Marley, reggae müziğinin sadece Jamaika sınırlarında kalmamasını sağlayıp, onu bütün dünyaya duyuran en önemli isimlerden biridir. Büyük bir kesim tarafından bu tür müziğin kralı olarak ifade edilen Bob Marley, söz yazarı, şarkıcı ve gitaristtir. Profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başlamıştır. The Wailers, Peter Tosh ve Bunny Livingston'dan oluşuyordu ki, bu isimlerde daha sonradan Bob Marley gibi solo kariyer çalışmalarına devam ettiler. İlk hitleri "Simmer Down" olmuştu.

Bob, The Wailers'dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı; "Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi"

Bu ünlü Jameikalı söz yazarı, sadece kendisi ile değil bu grubu ile de, "ada müziğinin" evrensel bir boyut kazanmasını sağladı. Şarkılarında politik ancak basit bir içerik vardı.

"Catch A Fire"ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı "Burnin’", 1975'te kaydedilen "Natty Dread" ve 1975 tarihli "Live" albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi önemli Avrupa ülkelerinde de hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu. Bu sayede Avrupa'da özellikle o yıllar için büyük önem taşıyan konserler verdi.

En popüler şarkılarından biri olan "Get Up, Stand Up", sosyal karmaşayı konu edinir. "No Women, No Cry" gibi politik olmayan içerikte parçaları da vardır.


Birleşmiş Milletler "Barış Madalyası", 1978'de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için, Bob Marley'e verilmiştir. Ve bu ödülü aldığı sene insancıl yardım amacıyla Jamaika'da konsere çıkmıştır. Müzisyenliğiyle uluslararası alanda kabul gören Marley, insani yönüyle de büyük takdir kazanmıştır.

Yaptığı "I Shot The Sheriff" ve "Get Up, Stand Up" gibi şarkılar ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlenmiştir.

Ve Bob Marley, 11 Mayıs 1981 tarihinde hayata gözlerini yumdu.(deri kanseri)Ölmeden önceki ay kendisine ülke kültürüne katkılarından dolayı Jamaika'nın en büyük ödülü MERİT verilmişti ama almaya ömrü yetmedi. Belki bedeni değil ama unutulmaz eserleri, büyük manevi değer taşıyan yardım çalışmaları ve dimdik ayakta duran adıyla dünya müziğinin en önemli efsanelerinden biridir.

Aziz Nesin(1915-1995)



Asıl adı Mehmet Nusret Nesin'dir. Yoksul büyüdü. Kuleli Askeri Lisesi'nde (1935) ve Harp Okulu'nda (1937) öğrenim gördü; 1944'te askerlikten ayrıldıktan sonra, gazeteciliğe başladı. Yedigün (1944), Karagöz (1945) dergilerinde ve Tan gazetesinde (1945) fıkra yazarlığı yaptı. Şiir denemeleri ve gerçekçi küçük hikâyelerle edebiyat dünyasına girdi; Sabahattin Ali ile birlikte çıkardığı Markopaşa dergisinde (1946) yayımlanan mizah hikayeleriyle adını duyurdu.

Siyasal eleştirinin ağırlık kazandığı hikâyeleri yüzünden mahkûm edilerek bir süre yazı hayatından ayrı kaldı. 1955'ten sonra fıkralarıyla tekrar gazete ve dergilerde görülmeğe, hikâye ve romanlarını yayımlamağa başladı. Akbaba (1955), Dolmuş (1955), Yeni Gazete (1957-1958), Akşam (1959) ve Tanin'de (1960) sürekli yazdı. Kemal Tahir ile birlikte Düşün Yayınevi'ni kurdu (1957). Zübük adlı mizah dergisini çıkardı (1961). 1969'da gazetecilikten ayrıldı.



Mizah Ustası


 Türk edebiyatının usta mizahçılarından olan Aziz Nesin, mizahı edebiyatın her türünde denedi. Toplumsal hayatın aksayan yönlerini, alaya elverişli kişi, durum ve olayları abartarak güldürücü ve akıcı bir anlatımla verdi. Onun mizah hikâyeleri yalnız eğlendirmekle kalmaz, güldürücü durumlar, tuhaf karşıtlıklar aracılığıyla toplumdaki bozuklukları göstermeğe, bunların nedenlerini belirtmeğe de çalışır.

 Eserleri uluslararası birçok mizah yarışmasında birincilik ödülü kazandı. Kitapları yabancı dillere çevrildi. Aziz Nesin sahnelerde, radyo ve televizyonda oynanan oyunlarıyla da ilgi topladı. Üç Karagöz Oyunu ve Çiçu ile tiyatro ödülleri aldı. Her yıl seçilen yoksul ve kimsesiz 4 çocuğu bir meslek sahibi oluncaya kadar yetiştirmek amacıyla Nesin Vakfı'nı kurdu (1972), eserlerinin gelirini buraya bıraktı. 

Ünlü Sözleri

Silahlanmaya ödenen para, dünyadaki açlık sorununun tamamen halledilmesi için gereken paranın yaklaşık 100 katıdır.

Tembellerin çalışma günü yarındır.

Ne ölünün arkasından konuşulur, ne de gidenin. Çünkü ha ölmüştür, ha gitmiştir kalan için.
 
İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur.

Aziz Nesin 
(1915-1995)


AŞIK VEYSEL

Aşıklar

Karadeniz gibi kükrer coşarsa                                                        
Dalgası gelince yaman aşıklar
Hırs gelip de ayranlığı şişerse                                                             
Kaybeder iradey, dümen aşıklar

Ağzına geleni hemen atarlar
Ben aşığım diye çalım satarlar                                                      
Haram demez helal demez yutarlar
Bibersiz baharsız çemen aşıklar

Karanlıkta ayna görse ay sanır
Ürüyada şarap içse mey sanır
Mezarlığa yol uğrasa köy sanır
Gözleri kararmış duman aşıklar

İyi demez kötü demez metheder
Bakarsın ki bir tel kırmış çat eder
Sorsan baksan aşka binmiş at eder
Yorulup yollarda kalan aşıklar

Şehvetle aşıktır kıza geline
Arı olan tuz katar mı balına
Ebrişimden nazik ipek teline
Tadarlar çeşitli yalan aşıklar

Kabını yumaya bulamaz karı
Hind'ten Hindistan'dan bahseder yari
Beğenmez topalı bulamaz körü
İsterler bir kaşı keman aşıklar

Asıl aşıkların arzu cemaldir
Arifler bilirler ehl-i kemaldir
Aşıklar bizlere yüz yıllık yoldur
Koşsak da peşinden hemen aşıklar

Aşıklar çoğaldı sadık az kaldı
Fikreyle ey Veysel ne zaman geldi
Şiirde ne özet ne bir öz kaldı
Savurur denesiz saman aşıklar  

                                                                                                       Aşık Veysel Şatıroğlu

Noel Ve Ağacı

Noel

Noel, her yıl 25 Aralık tarihinde İsa'nın doğumunun kutlandığı Hıristiyan bayramı. Ayrıca Doğuş BayramıKutsal Doğuş veya Milât Yortusu olarak da bilinir.20. yüzyıl'ın başlarından itibaren Noel, Hıristiyan olmayanlar tarafından da kutlananan, dinî motiflerinden arınmış, hediye alışverişi etrafında yoğunlaşan birbayram olarak da kutlanmaya başlamıştır. Bu seküler Noel versiyonunda mitolojik figür Noel Baba temel bir rol oynar.

Noel, her yıl dünyadaki Hristiyanların çoğunluğu tarafından 25 Aralık'ta kutlanır. Kutlamalar 24 Aralık'ta Noel arifesiyle başlar ve bazı ülkelerde 26 Aralıkakşamına kadar devam eder. Ermeni Kilisesi gibi bazı Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jülyen takviminde 25 Aralık'a denk gelen 6 Ocak'ı Noel olarak kutlarlar. Hristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde pratik olarak Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilir.
Bazı Ortodoks kiliselerinin Noel'i Jülyen takvimine göre kutlamasının nedeni, şu an kullanılan Gregoryen takviminin Katolik bir din görevlisi olan Papa XIII. Gregory tarafından düzenlettirilmiş olmasıdır.

Noel Ağacı

Noel ağaçları Pagan geleneklerinden gelen bir ritüeldir.
Yaprak dökmeyen ağaçları ve çelenkleri ölümsüz yaşamın simgesi olarak kullanmak, eski Mısırlıların, Çinlilerin ve Yahudilerin ortak bir geleneği idi. Avrupalı paganlararasında yaygın olan ağaca değer verme ya da kutsal sayma, Hristiyanlığı benimsemelerinden sonra, İskandinavyalıların şeytanı korkutup kaçırmak ve Noel zamanında kuşlar için bir ağaç hazırlamak üzere ev ve ambarlarını noelde ağaçlarla donatma geleneği biçiminde sürdü. Almanya'da da kış ortasına rastlayan tatillerde evin girişine ya da içine bir Yule  ağacı konuyordu.

Günümüzdeki Noel ağacının Almanya'nın batısından kaynaklandığı düşünülmektedir. Ortaçağda Adem ve Havva'yı canlandıran bir oyunun ana dekoru, cennet bahçesini temsil eden ve üzerinde elmaların bulunduğu bir çam ağacıydı. Adem ve Havva yortusunda (24 Aralık) Almanlar evlerine böyle bir cennet ağacı dikerler, üzerine Komünyon'daki kutsanmış ekmeği simgeleyen ince, hamursuz ekmek parçaları asarlardı; bunların yerini daha sonra değişik biçimlerdeki çörekler aldı. Ayrıca bazı yerlerde İsa'yı simgeleyen mumlar eklendi. Noel mevsiminde ağaçla aynı odada Noel piramidi de bulunurdu. 16. yüzyılda Noel piramidi ve cennet ağacı birleşerek Noel ağacını oluşturdu.
İngiltere'ye 19. yüzyıl başlarında ulaşan Noel ağacı, Kraliçe Victoria'nın eşi Alman Prens Albert'in desteği ile bu yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. O dönemde Noel ağaçları, dallarına kurdela ve kâğıt zincirlerle asılmış mum, şekerleme ve keklerle süsleniyordu. Göçmen Almanların Kuzey Amerika'ya 17. yüzyılda götürdükleri Noel ağacı, 19. yüzyılda moda oldu. Gelenek Avusturya, İsviçre, Polonya ve Hollanda'da da yaygındı. Japonya ve Çin'e 19. ve 20. yüzyılda Amerikalı misyonerlerin tanıttığı Noel ağaçları ince işlenmiş kâğıt süslerle donatılmaya başlandı.

KRALLIK DEVRİ

ROMULUS(İ.Ö.753-716):Şehrin ilk kralı olmuştur.Savaşçı ve teşkilatçı olan Romulus,halkı Patrici ve plep olmak üzere ikiye ayırdı.Senatus'u kurmuş ve ordu nizamnamesini meydana  getirmiştir.Halkını çoğaltmak için mültecileri kabul etmiştir.Sabinleri aileleriyle  birlikte davet ettiği bir eğlence esnasında  adamlarına zavca temin etmek maksadıyla Sabin kızlarının kaçırılmasına göz yummuştur.Bunun üzerine  Sabinlerle Romalılar arasında bir savaş olmuş ve Sabinlerin kralı Titus Tatius,Romulus ile T.Tatius'un müşterek idaresi altında ,tek bir devlet halinde birleşmişlerdir.Romulus Etrüsk şehirleri olan Fidenae ve Veii ile de savaşmıştır.                                                                                                                                                                                       NUMA POMPİLİUS(İ.Ö.715-674): Bir senelik kralsız geçen zamandan sonra Sabinler arasından seçilmiştir.Barışcıl bir kraldı ve Roma dinini düzenlemiş,rahip meclislerini kurmuştur.Ianus Tapınağı'nı yaptırmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     TULLUS HOSTİLİUS(İ.Ö.673-642):Latinlerden seçilmiştir.Bu kral da savaşcıdır.Ecdadının geldiği bir şehir olan Alba Longa ilede uzun savaşlar yapmış ve sonunda şehri tahrip ederek halkını Roma'ya yerleşmiştir.       ANCUS MARCİUS(İ.Ö.641-617):Sabinler arasından seçilmiştir.

ROMA'NIN KURULUŞ EFSANELERİ

             Roma,İtalya'nın merkezinde Etruia ,Apeninler,Campania ve deniz arasında yer alan Latium Bölgesinde ve Tiber Nehri üzerindedir.Latium da yasüşayan halk,İ.Ö. 12. yy da kuzey Alplerden Po vadisine giren ve 10.yy da Latium a kadar ulaşan ölülerini yakan İtalikler grubudur.İsimleri,buraya yerleştikten sonra,düz memleket adamı  manasına Latinus olmuştur.Bu deverede henüz daha kabile hayatı yaşayan ve başlarında bir kabile kralı bulunan Latinler,hayvan yetiştirmek ve savaşmakla vakit geçirirlerdi.Sayısı otuz olan bu çoban gruplarının  oturdukları tepelerin üzerinde tahkim edilmiş bir yerleri vardı.Köylüler harp zamanlarında buraya sığınır,barış zamanında ise topluluğun pazarı burada kurulurdu.Bu otuz köy topluluğunun arasında dini bir birlik vardı ve senede bir defa yapılan dini kurban ve bayramlar,Alba Dağı üzerinde kutsal bir yeri olan Tanrı luppiter Latiaris için yapılırdı.Yedinci yüzyılın birinci yarısında Latium,Etrüskler tarafından işgal edilince bunların etkisi ile eski köyler birer şehir haline gelmiştir ki bunlardan birisi de Roma'dır.                             Romalıların kendi inançlarına göre Roma,Troia'lı bir prens olan Aeneas'ın ahfadı tarafından kurulmuştur.Efsanenin en eski şeklinde,şehri bizzat Aeneas kurmuş ve onu Troialı bir kadın olan Rhome'ye göre isimlendirilmiştir.Efsanenin daha sonraki şeklinde ise şehir,Aeneas'ın Tyrsenia isimli kadından doğan oğlu Romylos'un torunu Rhomos tarafından kurulmuştur.Ancak,remi Roma efsanesine göre şehir şu şekilde meydana gelmiştir.Troia'dan kaçıp kurtulan Aeneas,çeşitli  maceralardan sonra Latiuma yerleşmiş,oğlu Ascanius ise Alba Longa şehrini kurarak orada yaşamıştır.Ascanius'un  ahfadı uzun seneler burada hüküm sürmüştürler.Nihayet Amulius büyük kardeşi Numitor'un tahttan indirerek kendisi kral olmuş,kardeşinin kızı Rhea Silvia'yı da Vesta Tapınağına rahibe yapmıştır.Rhea Silvia'nın Savaş Tanrısı  Mars'tan Romulus ve Remus isimli ikiz iki oğlu olunca Amulius bunları bir sepet içine koyarak Tiber Nehrine bırakmıştır.Fakat kıyıya sürüklenen çocuklar evvela dişi bir kurt tarafından emzirilmiş,sonrada bir çoban tarafından büyütülmüştür.Delikanlı olunca Alba Longa şehrine giderek kralı öldürmüşler daha sonrada Tiber Nehrinde kıyıya sürüklendikleri yerde yeni bir şehir kurmaya karar vermişlerdir.Fakat daha başlangıçta kurulucak şehrin hangisinin adını alacağı ve hangisinin saltanat süreceği yüzünden aralarında kavga çıkmış ve sonunda Romulus Remus'u öldürerek şehri tek başına Palatinus Tepesi üzerinde kurmuştur.21 Nisan İ.Ö.753 senesi Romalılarca şehrin kuruluş günü olarak kabul edilmiştir.

3 Aralık 2013 Salı

KARLAR KRALİÇESİ

Bir zamanlar, uzak diyarlarda, büyük bir kentte iki küçük çocuk yaşarmış. Birbirleriyle arkadaş olan bu çocuklar, birbirlerini kardeş gibi severlermiş. Erkeğin adı Kay, kızın adı Gerda’ymış. Kay ve Gerda sürekli birbirleriyle oynar, hiç ayrılmazlarmış. Gerda’nın bir de büyükannesi varmış. Büyük annesi çok sayıda masal bilir ve bunları sırayla anlatırmış. Bir gün Kay ve Gerda oynarken büyükanne onları yanına çağırıp:
- Çocuklar bugün size yeni bir masalım var. İsterseniz gelin anlatayım, demiş.
Çocuklar büyükannenin yanına koşup, can kulağıyla büyükannenin anlattığı masalı dinlemeye başlamışlar. Büyükanne çocuklara kışın her tarafı kaplayan, bembeyaz örtüsüyle ünlü Karlar Kraliçesi’nin masalını anlatmış. Çocuklar büyükannenin anlattığı masalı dinlemişler ve sonra da sonra yatıp uyumuşlar.
Ertesi gün uyandıklarında ne görsünler? Her taraf karlarla bembeyaz karlarla kaplıymış. Tüm çocuklar sokaklara çıkıp kızaklarla kaymaya başlamışlar. O sırada bir düzine beyaz geyiğin çektiği kocaman bir kızağın geçtiğini görmüşler. Çocuklar hemen bu büyük kızağın arkasına takılmışlar. Bir süre kaydıktan sonra çocukların çoğu kızağı bırakıp geri dönmüşler. Yalnız Kay, kızağı bırakmamış. Bu arada kentten de oldukça uzaklaşmış olduğunun farkına varmamış. En sonunda kızak kendiliğinden durmuş. Kızaktan bembeyaz pelerini içerisinde Karlar Kraliçesi inmiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin büyükannenin masalında dinlediği kraliçe olduğunu anlamış. Karlar Kraliçesi Kay’a:
- Çok üşümüşsün gel yanıma otur, demiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin yanına oturup onun verdiği pelerine sarılınca, üşümesi geçivermiş. Karlar Kraliçesi de yanında uyuyakalan çocuğu alıp şatosuna götürmüş. Meğer Karlar Kraliçesi yakaladığı çocukları şatosuna götürüp buzla kaplarmış. Kay’ı da bu şekilde buzdan bir heykelcik yapıvermiş.
Kentte ise Kay’dan uzun süre haber alamayan Gerda, arkadaşını aramaya koyulmuş. Karlarla kaplı ormana doğru yola çıkmış. Ormanda arkadaşını ararken küçük bir kulübe görmüş. Kulübeye yaklaşınca kapıyı ihtiyar bir kadın açmış. Bu kadın oralarda yaptığı iyiliklerle tanınan bir büyücüymüş. Kıza:
- Ne için geldiğini biliyorum yavrucuğum, arkadaşın Kay’ı arıyorsun. Bakalım bahçede duran karga arkadaşının yerini biliyor mu? diyerek Gerda’yı arka bahçeye götürmüş. Bahçede gerçekten de bir karga dalda bekliyormuş. Kargaya Kay’ın nerede olduğunu sormuşlar. Karga da onlara:
- Kay’ın nerede olduğunu ancak ormanda yaşayan küçük kız bilebilir, demiş. Bunun üzerine Gerda, yaşlı kadından izin isteyip yoluna devam etmiş. Ormanın derinliklerinde dolaşırken çok güzel bir kulübe görmüş. Kulübenin kapısı açılmış. İçeriden karakarganın bahsettiği küçük kız çıkmış. Gerda’ya:
- Hoşgeldin, ben de senin gelmeni bekliyordum, demiş. Gerda’yı içeri alıp ateşin başına oturtmuş. Ona getirdiği yiyeceklerden vermiş. Daha sonra birlikte uyumuşlar. Sabah olunca, küçük kız Gerda’yı kulübenin yanındaki samanlığa götürmüş. İçeride güvercinlerle, geyikler varmış. Güvercinler ötmeye başlamışlar. Küçük kız güvercinlerin dilinden anlıyormuş. Gerda’ya güvercinlerin ne demek istediğini anlatmış.
- Güvercinler, Kay’ı Karlar Kraliçesi’nin kaçırdığını, onu şatosunda hapsettiğini, oraya nasıl gidileceğini geyiklerin bildiğini, söylüyorlar, demiş.
Bunun üzerine bu iki küçük kız geyikleri kızağa bağlamışlar ve yola çıkmak için hazırlık yapmışlar. Gerda küçük kıza, kendisine yardımcı olduğu için teşekkür etmiş. Birbirleriyle vedalaşmışlar ve Gerda geyiklerin çektiği kızakla yola çıkmış. Günlerce yol almışlar. Dünyanın en kuzey ucuna, bembeyaz kar örtüsünden başka hiçbir şeyin görülmediği diyarlara varmışlar. Burada sürekli, lapa lapa kar yağmaktaymış. Geyikler bir süre daha gittikten sonra bembeyaz bir şatonun kapısının önünde durmuşlar. Gerda, Karlar Kraliçesi’nin şatosuna geldiklerini anlamış. İçeriye girmiş. Şatonun içi de dışı gibi beyazmış. Gerda, şatonun içinde yürümeye başlamış. Bir yandan da Kay’a sesleniyormuş. Şatoda kendi sesinin yankısından başka ses yokmuş. Gerda, buzdan bir kapı görmüş. Kapıyı açmış içeriye bakmış. Odanın ortasında Kay’ı donmuş bir şekilde bulmuş. Sanki buzdan bir heykelcik gibiymiş.
Gerda, Kay’ın ölmüş olduğunu zannederek başlamış ağlamaya. O kadar çok ağlamış ki gözünden akan yaşlar yere dökülmeye başlamış. Gerda’nın gözlerinden akan yaşlarla, dondurulmuş Kay’ın buzları erimeye başlamış. Üzerini kaplayan buzların erimesiyle Kay kendine gelip konuşmaya başlamış:
- Gerda, seni gördüğüme çok sevindim, demiş. Gerda da Kay’ın ölmediğine çok sevinmiş. Kay, Karlar Kraliçesi’nin şatodan ayrıldığını fakat her an geri gelebileceğini söylemiş.
Hemen şatodan çıkıp geyiklerin çektiği kızağa binmişler.


Bu uzak kuzey ülkesinden ayrılıp evlerine geri dönmüşler. Yaşadıkları bu serüveni ikisi de unutamamışlar. Sonra da evlerinden fazla uzaklaşmayıp sadece büyükannenin masallarını dinlemişler.

KÜÇÜK YALANCI

Durmadan yalan söyleyen bir çocuk vardı. Bu yüzden onu hiç kimse sevmezdi. Ondan söz edilecek olsa “Şu yalancı çocuk mu? Hani hep yalan söyleyen?" derlerdi.
Böyle yalancı tanınmak çok kötü şey. Çünkü arada bir doğru söyleyecek olsanız bile kimse size inanmaz. İşte bizim küçük yalancının başına da böyle bir felaket geldi.
Bir gün annesi küçük yalancıyı evde bırakıp çarşıya gitti. Giderken de sıkı sıkı tembih etti:
- Aman yavrum, sakın yaramazlık yapma! Ben dönünceye kadar uslu uslu otur, dedi.
Küçük yalancı uslu oturacağına söz verdi. Verdi ama hiç onun sözüne güvenilir mi?
Annesi kapıyı kapar kapamaz küçük yalancı kibritle oynamaya başladı. Kibriti yakıyor sonra üflüyor ve çok eğleniyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve perde tutuştu. Alev alev yanmaya başladı.
Küçük yalancı çok korktu. Hemen sokağa çıkıp "Koşun! Evimiz yanıyor! Yangın çıktı!" diye bağırmaya başladı.
Bağırdı çağırdı ama kimse ona inanmadı.
Komşular "Yine yalan söylüyorsun. Yalan söylemeye utanmıyor musun? Hadi oradan! Yalancı çocuk!"gibi sözler ettiler.
Yalancı çocuk "Bu kez doğru söylüyorum. Evimiz gerçekten yanıyor!" dediyse de boşuna uğraştı.
Bereket versin, annesi çarşıdan çabuk döndü de itfaiyeye haber verdi. Yangın hemen söndürüldü.
Bu olay küçük yalancıya iyi bir ders oldu. O günden beri hiç yalan söylemedi.

GÜRÜLTÜCÜ ÇOCUK

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi.
Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi.
Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı:
- Bir tane ekmek istiyorum!
Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu.
Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi:
- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi, git buradan!
Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye, gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı.
Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular.
Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı:
- Bir tane ekmek istiyorum.
Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı:
- Bir tane ekmek istiyorum dedim!
Fırıncı yine ses çıkarmadı.
Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı.
Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu.
Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu.
Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı.
O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

PEKMEZCİ ANNE

Bir tüccarın biricik bir kızı varmış. Adı Akçiçek’miş. Bir gün tüccar hacca gitmeye karar vermiş. Fakat kızına bakacak kimsesi yokmuş.
Akçiçek “Babacığım, sen merak etme. Eve bir senelik yiyecek koy, kapıyı da üzerimize taşla ördür. Sen gelinceye kadar ben dadımla evde kalırım" demiş.
Adam çaresiz kabul edip hacca gitmiş.
Akçiçek’in böyle evde kapalı kaldığını padişahın oğlu işitmiş. Bu kızı çok merak etmiş. Bir gün yaşlı kadın kıyafetine girerek yanına pekmez almış ve kızın örülü kapısına gitmiş.
- Pekmez satarım, gönüllere sevinç katarım, diye bağırmış.
Kız bu sözleri dinlemiş. Babası da pekmez almayı unutmuş. Yalnızlıktan da sıkılmaya başlamış. Kapının önüne gelip pekmezciye seslenmiş:
- Pekmezci anne! Çık damın üzerine. Pekmez sat; masal söyle bize, demiş.
Pekmezci anne kızın dediğini yapmış. Gönlünü de kıza kaptırmış. Akçiçek de onun masallarından çok hoşlanmış.
Artık her gün pekmezci anne geliyor, masal söylüyormuş. Akçiçek de ona kalbindeki arzuları anlatıyormuş. Babasına kavuşmak ve pekmezci anneden ayrılmamak en büyük arzusuymuş.
Nihayet babası hacdan dönmüş. Padişah adamı karşılayıp Akçiçek’i oğluna istemiş. Tüccar bu işe çok sevinmiş. Ama Akçiçek pekmezci anneden ayrılacağı için çok üzülmüş.
Düğün günü gelip çatmış. Şehzade gelin odasına girince Akçiçek’i ağlar bulmuş.
Sebebini sormuş.
Kız "Ben pekmezci anne olmadan yaşayamam" deyince şehzade “Bundan sonra hep onunla birlikte yaşayacaksın. Çünkü pekmezci anne bendim" demiş.
Akçiçek ile şehzade evlenip mutluluk içinde yaşamışlar.

SİHİRLİ ÇAKMAK

Genç bir asker savaştan dönüyordu. Yolda bir sihirbaz kadına rastladı.
Kadın ona “Selam asker. Zengin olmak ister miydin?" diye sordu.
Asker “Elbette!" diye haykırdı.
Kadın bu kez “Öyleyse şu çakmağı al" dedi ve uzaklaşıp gitti.
Asker şaşkın ve ürkek, oradan ayrılarak kente gitti. Kendine çok güzel giysiler aldı. Kentliler ona, krallarının hiç kimseye göstermediği dünyalar güzeli bir prensesi olduğunu söylediler.
Asker “Neden hiç kimseye göstermiyor?" diye sordu.
“Çünkü falcılar prensesin bir askerle evleneceğini söylediler. Kral da bunu istemiyor"cevabını aldı.
Asker "Prensesi tanısam iyi olacak" diye düşündü. Gitti; kralın bahçelerinde dolaştı. Ama boşuna yoruldu.
Sonunda kapkaranlık bir gecede elini cebine atınca sihirbazın çakmağını buldu. Onu çıkarıp çaktı. Birdenbire kocaman gözlü büyük bir köpek ortaya çıktı:
“Dile benden, ne dilersen?”
Asker: “Demek bu çakmak sihirli bir çakmak! Bana güzel prensesi getir" diye emretti.
Göz açıp kapayıncaya kadar köpek, uyuyan prenses sırtında çıkageldi.
Asker onu uzun uzun seyretti. Yanağına bir öpücük kondurdu.
Fakat kralın nöbetçileri köpeği takip edip askeri yakaladılar. Kral, askerin asılması için emir verdi.
Prenses durmadan ağlıyordu.
Tam asılırken asker çakmağını çıkardı. Üç kez çaktı. Köpeği meydana çıktı. Yargıçla krala saldırdı. Hepsinin kemikleri kırıldı.
Herkes "Küçük asker, sen bizim kralımız ol. Prensesle evlen " dedi.
Prenses ve asker çok mutluydular. Yedi gün yedi gece düğün yapıldı.

KRAL İSTEYEN KURBAGALAR

Çok eski zamanların birinde kocaman bir gölde geveze kurbağalar yaşarmış. Kimse karışmazmış onlara, kendilerini çok mutlu ve özgür hissederlermiş, ama gel zaman git zaman sıkılmaya başlamışlar ve Tanrı Zeus’a istekte bulunmuşlar:“Ne olur bize bir kral gönder, ne zaman ne yapacağımızı söylesin bize,” diye yalvarmışlar. İlk başta önemsememiş Zeus ama kurbağalar o kadar gürültücü, o kadar gevezeymişler ki Zeus sonunda dayanamayıp eline geçirdiği bir odun parçasını yukardan gölün ortasına fırlatıvermiş. Korkan kurbağalar bir süre seslerini çıkarmamışlar. “Zeus’un gönderdiği kralın sağı solu belli mi olur? Sakin gibi görünür ama yaklaşanın canına okur belki de,” diye düşünmüşler. Bir zaman sonra genç bir kurbağa çekinerek odun parçasına yaklaşmış, yanına gitmiş, önce dokunmuş, sonra üzerine çıkmış, ardından üzerinde zıplamaya başlamış. Bu kral ne yaparsan yap hiç sesini çıkarmıyormuş. Göldeki bütün kurbağalar krallarının yanına koşmuşlar, bütün gün üzerine çıkmışlar, tepinmişler. Sonunda kralları pis ve yosunlu bir hale gelmiş, kurbağalar da zaten krallarından bıkmışlar. Ertesi gün Zeus’tan yeni bir kral istemişler. Öylesine gevezeymişler ki sonunda Zeus dayanamamış ve iyi bir ders vermek için onlara kral olarak bir yılan göndermiş. Geveze kurbağaların bu kez de yeni kraldan ödleri kopmuş, çünkü bu kral çevrede bulduğu bütün kurbağaları bir lokmada midesine indiriyormuş. Kurbağalar yeni bir kral için vıraklamaya başladıkları anda Zeus şöyle demiş: “Size önce iyi ve uysal bir kral verdim, beğenmediniz. O halde şimdi bu kralınızı beğenmek zorundasınız, çünkü bunu da istemezseniz daha kötüsüne razı olmak zorunda kalabilirsiniz.” O günden sonra kurbağalar durumlarına razı olup yenibir kral istememişler