Blogger templates

23 Ekim 2014 Perşembe

Çanakkale ismi

Çanakkale ilinin topraklarının bütününe bakıldığında, üzerinde kurulmuş olduğu yarımada Biga Yarımadası olarak adlandırılır. İl içindeki en kayda değer yükselti Biga Dağları'dır. Biga adının bu denli çok kullanımının sebebi, Cumhuriyet döneminden önce , Osmanlı idari sisteminde Sancağın Biga ilçesi olmasıdır. Yani ilin eski merkezi Biga olup, Cumhuriyet döneminde, kazanılmış olan başarılardan dolayı ilin ismi ve merkezi Çanakkale olarak değiştirilmiştir. İlin isminin kökeni yörede çok gelişmiş olan çanak - çömlek zanaatine dayanır. Şehrin iki simgesi haline gelen Kale-i Sultaniye ile çanakçılık özdeşleşince de şehir Çanakkale olarak adlandırıldı.

İstanbul ismi

1453'deki çöküşüne kadar da 10 İmparatorunun daha ismi Konstantinus oldu. Bu dönemde İstanbul'un rolü oldukça stratejikti; Avrupa ve Asya arasında bir kapı oldu. Bu vesile ile, ticaret, kültür ve diplomasinin yapıldığı bir merkezdi. Bu dönemde şehrin ismi "Poli" (şehir) de oldu. Osmanlı'da da ilk dönem belgelerinde a-sitan, i-stan (osmanlı alfabesi ile استان) olarak geçti. i-stan güzellikler diyarı anlamına gelir. Son dönem belgelerinde (osmanlı alfabesi ile استانبول) ise a-stan-bol, i-stan-bul olarak geçti.

İzmir'in İsmi

Milattan önceki yıllarında Anadolu,büyük Hitit Uygarlığının egemenliğine sahne oldu. İşte söylencelere göre, tarihe geçen efsanevi İzmir kentinin, ismini M.Ö.15.Yüzyılda Doğu karadeniz'in The miskyra kenti çevresinden kalkıp gelen Hititlerin kadın savaşçı papazlardan aldığı iddia edilir. Tarihin ilk yazıcıları, bu esrarlı kadınlara "Amazon"ismini takmştır... Sağ memeleri kesilmiş, kalkanlı ve mızraklı, sırım gibi vücutlara sahip, adaleli ve yanık yüzlü bu kadınlar, dev gibi atların üzerinde Pagos (Kadifekale)eteklerinden tozu dumana katarak, Meles Çayı kıyılarına ve Halkpınar bağlarına indiler. Uzun saçlı bu kadınların şakaları yoktu ve iyi savaşıyorlardı. Yerli halkın bu yeni kavimi kabullenmekten başka çareleri olamazdı. Tarihin Babası Halikarnassos'lu Heredotos, Amazonların Yunan dilindeki "Oiorpato"sözcüğünden kaynaklanan "erkek öldürenler"anlamına geldiğini yazmaktadır. Heredot, Strobon, İkonomos ve Halikarnas Balıkçısı gibi yazarlar, bu kadınların ne yaman dilberler oldukları ve Ege'nin en güzel kentine ismimi verirken, tüm dişiliklerini en dipteki harca karıştırdıkları konusunda hemfikirdirler. İzmir gibi,Efes'in de Amazonlar tarafından isimlendirildiği söylencelere karışmış tarihsel gerçektir. Bir başka söylenceye göre ise, bugünkü İzmir yöresinde yaşamış Elektdi isimli bir kavim, Amazonlarla savaşarak onları yenmişti.Sonra, kıralları These, Amazon önderi Smyrna ile evlenmiş ve kente onun adını verdirtti. Böylece, Herakles ve Thesus mito-öykülerinde ismi geçen Amazon Kıraliçesi Smyrna, kente ismini vermiş oldu.Smyrna..

Kurbağa Prens

Evvel zaman içinde, ülkenin birinde, altından yapılmış oyuncaklarla oynayan bir prenses varmış. En sevdiği oyuncağı da altıntopuymuş. Havanın sıcak olduğu günlerde, ormandaki ırmağın yanında oturarak topuyla oynarmış. Fakat bir gün, çok sevdiği altıntop parmaklarının arasından kaymış ve çok derin olan ırmağın içine düşmüş. - Olamaz! Artık onu asla bulamayacağım, diye ağlamaya başlamış prenses. Aniden, aşağıdan bir ses ona seslenmiş: - Neyin var güzel prenses? Neden ağlıyorsun? Prenses etrafına bakınmış ama kimseyi görememiş. - Aşağıya bak, demiş ses. Prenses aşağı baktığında, kafası sudan çıkan yeşil bir kurbağa görmüş. - Ağlıyorum çünkü altıntopum suya düştü, demiş. - Topunu sana geri getirebilirim ama bunun karşılığında ödülüm ne olacak? Eğer benim en iyi arkadaşım olacağına, senin evinde birlikte yemek yiyeceğimize ve uyuyacağımıza söz verirsen, topunu sana getiririm, demiş kurbağa. “Tamam” diye söz vermiş prenses. Fakat içten içe kurbağanın saçmaladığını düşünüyormuş. Kurbağa ırmağın derin sularına dalmış ve kısa bir süre sonra ağzında altıntopla geri dönmüş. Kurbağa topu prensesin ayaklarının dibine bırakır bırakmaz, prenses topunu aldığı gibi bir teşekkür bile etmeden koşarak oradan uzaklaşmış. - Bekle! Ben o kadar hızlı koşamam! diye bağırmış kurbağa. Fakat prenses kurbağayla hiç ilgilenmemiş bile. Ertesi gün, prenses ailesiyle birlikte akşam yemeği yerken, dışarıdan gelen garip bir ses duymuş. Bir ses; “Prenses, kapıyı açın!” diye bağırmış. Sesin sahibini merak eden prenses, koşarak kapıyı açmış, fakat bir de ne görsün? Karşısında yeşil kurbağa durmuyor mu? Hemen kapıyı kapatmış. Kral, bir terslik olduğunu anlamış. Kızına imin geldiğini sormuş. - Çirkin bir kurbağa, diye cevap vermiş prenses. - Bir kurbağa senden ne isteyebilir ki? diye sormuş kral. Prenses bir gün önce olanları babasına anlatırken, kapı tekrar çalmış. “İzin ver içeri gireyim” demiş kurbağa kapının arkasından. “Dün ırmakta verdiğin sözü unuttun mu yoksa?” “Eğer bir söz verdiysen, onu tutmalısın kızım” demiş kral. “Kurbağayı içeri al.” Prenses suratını asarak gidip kapıyı açmış ve kurbağayı içeri almış. Kurbağa prensesle birlikte yemek masasına kadar gelmiş. - Beni kaldır da yanına oturayım, demiş. - Olmaz! demiş prenses, fakat babasının kendisine bakışını görünce kurbağanın istediğini yapmaya karar vermiş. Sandalyesi yeterince yüksek olmadığı için kendisini masaya koymasını istemiş. Sonra da: - Tabağını bana yaklaştır da ben de yemek yiyebileyim” demiş prensese. Prenses tabağını kurbağaya yaklaştırmış fakat onunla aynı tabakta yemek yemekten hiç hoşlanmamış. Yemekten sonra kurbağa: - Beni odana taşı da uyuyayım, çok yoruldum, demiş. Çirkin bir kurbağayla odasını paylaşacağını düşünmek prensesi o kadar üzmüş ki, tekrar ağlamaya başlamış. Fakat kral: - Sözünü tutmalısın. İhtiyacın varken sana yardım eden birine arkanı dönmek doğru değildir! demiş. Prenses, babasının sözünü dinleyerek kurbağayı dikkatlice kaldırmış ve odasına götürmüş. Odasında, kendi yatağından en uzak köşeye bırakmış kurbağayı. Fakat az sonra hemen yatağının altından kurbağanın sesini duymuş. - Ben de çok yorgunum. Beni yatağına al yoksa babana söylerim! Böylece prenses, onu yatağına yatırmış ve başını da yumuşacık yastığa koymasına yardım etmiş. Tam kendi de yatağa yatmaya hazırlanırken, kurbağanın hıçkırarak ağladığını duymuş. - Sorun nedir küçük kurbağa? diye sormuş prenses. Kurbağa: - Benim tek istediğim bir arkadaştı fakat belli ki sen beni hiç sevmedin. Ben en iyisi ırmağa geri döneyim, demiş. Bunu duyan prenses çok üzülmüş. Kurbağanın yanına oturmuş. “Ben senin arkadaşın olurum” demiş prenses ve bu defa içtenlikle söylüyormuş. Sonra da kurbağanın küçük yeşil yanağını öperek; “İyi geceler” demiş. O an bir de ne görsün? Tam bu sırada kurbağa yakışıklı genç bir prense dönüşmüş! Prenses çok şaşırmış. Zaman geçmiş ve bir süre sonra prens ve prenses çok iyi arkadaş olmuşlar. Birkaç yıl sonra da evlenip sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.

Kibritçi Kız

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi. Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit" diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu... Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı. Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev. Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı. Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı. Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi. Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi... Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu. Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü... Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı. - Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

AY YÜZLÜ

Bir ülkenin çok çirkin ama bir o kadar iyi bir kralı varmış.Ama bir türlü çocuğu olmuyormuş.Sonunda bir şifacı yardımıyla çocukları dünyaya gelmiş.Doğan güzeller güzeli bir kız bebekmiş.O kadar güzelmiş ki sanki odayı güzelliğinin nuruyla aydınlatıyormuş. Gel zaman git zaman bu güzel bebek güzeller güzeli bir genç kıza dönüşmüş.Babası bakmaya doyamıyormuş ama aynı zamanda kızın nur yüzüne bakanlar fenalaşıp bayılıyorlarmış.Kız o yüzden yüzünde hep peçeyle dolaşır olmuş. Tabii ayrıca güzelliğin yanında merak konusu olmuş ve birçok genç ülkeye akın etmiş.Sonunda kral hem kızının artık evlenme yaşının geldiğini ve meraklılardan da sıkıldığı için bir fikir düşünmüş.Bir haberci çağırarak ülkesinin dört bir yanına “kızını evlendireceğini ama kızının yüzünü görünce bayılmayan bir genç adamla evliliğin gerçekleşeceğini buna talip olanlara da sarayının açık olduğunu “duyurmasını buyurur. Tabii güzeller güzeli kızın namını duyan hemen sarayın yolunu tutar.Her gelen daha ay kız peçesini indirir indirmez bayılmış.Kral artık iyicene üzülmeye başlamış ve kızının her geçen gün ümidinin azaldığının farkındaymış.Bir gün iki genç adam gelmiş.Kral artık huzuruna ikişer ikişer almaya başlamış.Gençlerden biri yanında ayna getirmiş.Aslında kral anlamamış neden yanında ayna taşıdığını ama yinede sesini çıkarmamış.Kız odaya girince genç aynayı önüne tutup görüşünü kapatmış.Öbür genç adam bayılmış.Kız aynada kendi yansımasını görünce yüzünün keskin parlaklığı azalmış.Sonra genç adam aynayı indirip kızın güzel yüzüne bakmış.Kızla oğlan arasında bir aşk olmuş.

KAZ DAĞI EFSANESİ

Kaz Dağında zamanın birinde bir ejderha varmış.Ejderha sadece geceleri değil gündüzleri de artık ortaya çıkar olmuş.Köylüler korkudan hiçbir yere çıkamaz olmuşlar.Ne işlerini yapabilir nede çeşmeden su alabilir olmuşlar. Köylüler toplanmış yörenin Bey’ine yardım istemeye gitmişler.Anlatmışlar durumu,köylüleri ejderhanın tek tek öldürdüğünü ve çok korktuklarını söylemişler.Sonunda Bey yardım etmeye söz vermiş.Köylüleri gönül rahatlığıyla köylerine geri göndermiş. Bey günlerce düşünmüş geceler boyu uyumamış.Sonunda yaverini yanına çağırıp,yöredeki en iyi demir döven adamı bulmasını salık vermiş.Yaver beyinin birdenbire bu isteğine şaşırsa da istediği adamı bulup getirmiş. Bey demir ustasından uzun bir kılıç istemiş ve özellikle belirtmiş enine genişliği kalın olsun, demiş.Demirci istediği kılıcı 2 günde aralıksız çalışarak bitirmiş.Beyin huzuruna çıktığında başarmış olmanın gururu gözlerinden okunuyormuş.Büyük bir özenle yaptığı kılıcı beye sunmuş ve beyde ona sanatının karşılığı bir sandık altın vermiş. Hemen ertesi gün yola çıkan bey daha varmadan köye haberi ulaşmış.Ama bey direk dağın eteğine gitmiş.Ejderha yine av aramak için yuvasından çıkmışken beyi görmüş ve ona yönelmiş.Ejderha beye doğru alev püskürtmüş ama bey elindeki kılıcı önüne siper yapmış. Kızmış ejderha ve bu sefer bir hamlede beyi yutmuş ama zaten beyde onu istiyormuş.Çünkü ejderhanın karşısında savaşılamıyor ancak onu midesinden vurabilirmiş.Elindeki kılıçla bir hamlede midesinden ağzına kadar derin bir yarıkla ejderhayı ikiye bölmüş.Tüm köylü beyin zaferini ve beladan kurtulmalarının şerefine eğlenceler yapmışlar.

21 Ekim 2014 Salı

Adonis

Bütün bitkilerin anası olan Aphrodite'in Adonis adında bir oğlu daha vardı. Yunanlılar Aphrodite'in oğlunu bizi çarçabuk terk eden çiçekli ve neşeli ilk baharın sembolü olarak kabul ederlerdi. Adonis saklandığı ağacın kabuklarını yararak çıktığı zaman güzel günler başlıyor, çiçekler açıyor, ilkbahar başlıyordu. Onun hayatı tıpkı çiçekler gibi sınırlıydı, bir kaç gün sürüyordu. Çünkü Adonis açılıp güldüğü, gençliğin en güzel ve parlak çağına ulaştığı gün ölüyordu. Bu zaman yaz mevsiminin sonuna denk geliyordu. Yani sonbaharın çiçeklerin solduğu, yaprakların sarardığı dünyaya hüzünlü bir havanın hakim olduğu mevsimin. İşte bu mevsimde Adonis dünyamızı terk ediyor görünmez bir aleme giriyordu.

Böyle bir mevsim de Adonis yaban domuzunu kovalarken hiç beklemediği bir anda yaban domuzu birden bire geri dönmüş ve ona saldırmıştı. Aphrodite oğlunun geçirdiği kazayı haber alır almaz Olympos'tan aşağı inmişti, ancak yanına vardığında oğlu çoktan ölmüştü. Aphrodite ağlayarak oğluna sarıldı. Adonis'in ölümüyle Aphrodite'in yanı sıra periler ve bir çok tanrıça göz yaşı döktüler, yas tuttular. O günden sonra Adonis'in öldüğü gün'ün anısına Adonis'i sevenler yas tutmaya başladılar..ta ki doğduğu güne kadar. Bu yüzden, neşeli ve rengarenk geçen ilk bahar ve yaz mevsiminden sonra kasvetli ve hüzünlü sonbahar ve kış gelir. Bu mevsimler Aphrodite ve perilerin Adonis'in yasını tuttukları dönemdir.

KLYTİE

Apollon kendini bitap düşmüş hissettiği bir akşam üstü Phtya kıyısına indi ve yakıcı kumun üzerinde dolaşmaya başladı. Yıllar boyunca izlediği ve yönettiği kanlı savaşlardan sonra bu yürüyüş ona çok şiirsel gelmişti. Savaşın anlamsız olduğunu düşünerek denizi dinledi ve huzurlu bir hayatın ne kadar iyi olduğunu anladı.

O sırada az ilerden gelen bir şarkının büyülü mısralarını işitti. Uzun süre yerinden kımıldanamadan şarkıyı dinledi ve ancak şarkı bitince kendine gelebildi. Şimdi şarkıyı söyleyen kadını görüp onunla tanışmak istiyordu. Kendisini görünmez kıldı ve ilerlemeye başladı. Karşısında daha önce hiç görmediği güzellikte ve saflıkta bir kız görünce şaşırdı ve ona daha da yaklaştı. Kız uzun beyaz bir elbise giymiş boynuna ise Marmara denizinin eşsiz incilerinden yapılmış bir gerdanlık takmıştı.

Yeni bir şarkıya başlarken eğildi ve kıyıdaki incilerden toplamaya başladı. Apollon uzun bir süre kızı izledi ve ona aşık oldu. Artık daha fazla dayanamayacağını anladı ve kendi suretine bürünerek kızın karşısına çıktı. Kız ilk olarak Apollon’dan ürküp geri çekilse de, gözleri ondan hoşlandığını gizleyememişti. “Benden korkmana gerek yok” dedi Apollon, ağır adımlarla ona doğru ilerledi ve ellerini tuttu. Kızın ürperdiğini hissedebilmişti. “Tanrılardan bile güzel olan bu prenses bana adını sunmayacak mı?”

“Adım Klytie” dedi kız kendini geri çekmeye çalışarak. Ama Apollon onun ellerini sıkı bir şekilde sarmalamıştı. “Ayrıca prenses değilim, küçük bir köylü kızıyım. İhtiyar ve zavallı babama bakmaktan başka bir işe yaramam.”

“Senin gibi güzel bir kız ya bir prenses olabilir, yada Aphrodite kadar büyülü bir tanrıça” dedi Apollon. Bu sözlerin kızı etkileyeceğinden adı gibi emindi. “ayrıca bundan sonra benim prensesimsin sarayımda kalacak benle birlikte yaşayacak ve çok saygın bir insan olacaksın. Hizmetkarların, uşakların, yaverlerin ve her istediğini yerine getirebilecek olan ben hizmetinde olacağım.”

Kız parlayan gözlerle Apollona baktı ve ona aşık olduğunu kulağına fısıldadı. “ama ben bunların hiç birini istemiyorum” dedi kız içerlemişçesine. “Benim tek dileğim hasta babamın iyileşmesi ve eski günlerdeki gibi dinç bir savaşçı olmasıdır. Lakin bu dileğim hiçbir zaman gerçek olmayacak, herkes onun öleceğini söylüyor.” Kız narin ellerini yüzüne gömdü ve dizlerinin üzerine çökerek ağlamaya başladı.

Apollon kızın bu halini görünce yüreğinde bir sızı hissetti ve “kalk bakalım” dedi “babanı birde ben göreyim, belki henüz her şey için geç değildir. Onu ayağa kaldırabilecek gücüm var. Ama birde şartım var babanı iyileştirirsem benim kadınım olacaksın ve konağımda yaşlanacaksın.”

“Babamı iyileştiremesen bile, yinede seninle gelirim” dedi Klytie ve Apollon’u elinden tutarak yaşadıkları küçük kulübeye götürdü. Apollon yatağında can çekişen adamı görünce ona acıdı ve Klytie’ye duyduğu aşkı uğruna adamın ömrünü uzattı ve onu iyi etti. Genç kız babasını ayakta ve gençleşmiş görünce kendisini Apollon’un kolları arasına bıraktı ve ona verdiği sözü tutacağını söyleyerek alnından öptü.

Apollon genç kızı kucakladı ve havada süzülerek Olympos’un yamacına getirdi. Kız sevdiği adamın güneş tanrısı olduğunu şimdi anlamıştı. Ondan korkuyor fakat bir o kadarda seviyordu. O gün Apollon’u ziyarete Ares geldi ve Klytie’nin tanrılara denk güzelliği ile karşılaşınca büyülendi. Onu elde etme isteğiyle yanıp tutuşmuş olsa dahi bunu Apollon’dan sakladı ve kıza nazik davrandı. Ares gidince Apollon kızı yatak odasına çıkardı ve güzel gözlerine uykuyu serpti.

Apollon ve Klytie her gece bıkmadan usanmadan birlikte oldular. Kızın aşkı her geçen gün ne kadar büyüyorsa, vicdansız apollonun aşkı o kadar soluyordu. Ölümsüz yaşantısını tek bir kıza adayamayacağını biliyordu ama bunu kıza söyleyemiyordu. Çünkü bu sözleri sarf etmek, kızın ölümle anlaşmasını onaylamak gibi bir şeydi. Apollon her şeyden vazgeçebilecek biriydi bu yüzden herkesi de kendisi gibi sanıyordu. Kızın bir aşk uğruna ölümü göze alabileceğini hiç düşünmüyordu.

Bir gece yatak odasına çıkacakları vakit Apollon kızın elini tuttu ve ona imalı bir bakış fırlatarak “babanı özlemedin mi?” diye sordu “onun yanından ayrıldıktan sonra onu hiç görmedin. Seni bir süreliğine onun yanına bırakabilirim. Sonra tekrar konağıma alırım. Hatta bu sefer babanı da buraya davet edebiliriz.”

Klytie sevinçle gülümsedi ve Apollon’un kucağına atladı. Bu habere çok sevinmiş gibiydi. Ama bir daha Apollon’u göremeyeceğini bilseydi, o gün hiç yaşanmamış olsun isteyecekti. “Bu habere çok sevindim sevgilim” dedi “inan bunu senden isteyecektim. Sadece biraz zaman geçmesini bekliyordum.”

Apollon onu kucağına aldı ve tekrar göklere yükseldi, Phtya kıyılarına gelmeden de hiç durmadı. Kızı ilk tanıştıkları günkü sahile bıraktı ve “seni bir gün sonra buradan alacağım” dedi “şimdi babana git ve hasretini gider.” Kız Apollonu öptü ve arkasını dönerek hızla koşmaya başladı. Apollon kız gözden kayboluncaya kadar orda durdu ve onu izledi sonrada Olympos’un yolunu tuttu.

Kız bir gün boyunca babası ile birlikte hasret giderdi ve ona yemekler yaptı. Babası o yokken tekrar hastalanmıştı. Kızda onu rahatlatmak için Apollon’la olan aşklarını anlatmıştı. Babası kızının bir tanrıça ile birlikte yaşayarak harikulade bir yaşam sürmesine epey bir sevinmiş hatta arada bir gözleri dolmuştu.Genç kız bir günün hızla akıp geçtiğini anlayınca babasıyla vedalaştı ve kumsala geri döndü. Apollonu beklerken zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamamıştı. Saatler geçiyor fakat denizin dalgaları arasından gelmesini beklediği biricik sevgilisi görünmüyordu. Şiddetli bir rüzgar esti ve kızın tüm vücudunu okşadı.

Genç kız kumsalda ki üçüncü gün doğumunu da izledi ve ümidinin solmaya başladığını anladı, Apollon geri dönmeyecekti. Gönlü bunu onaylamasa bile gerçeği anlamıştı fakat orayı terk etmeyi düşünmedi. Elbet bir gün gelecek diye düşündü ve gözlerini yumdu.

Uyandığında çok susamış ve acıkmış olduğunu hissetti. Su ihtiyacını tuzlu su ile karşılamıştı ama etrafında yiyecek bir şey bulamamıştı. Açlığa dayanabileceğini biliyordu o nedenle de kumsalı terk etme riskini göze almadı. Çünkü Apollon gelirde onu göremezse hemen geri döneceğinden endişeleniyordu. Bir süre sonra deniz suyu karnında farklı ağrılar hissetmesine neden olmuştu fakat sürekli içmeye devam ediyordu.

Neyse ki deniz tanrıçası Thetis genç kızın halini görmüş ona acımıştı. Onun bulunduğu kumsala çıktı ve başını okşayarak “üzülmekte haklısın kızım” dedi “tanrıların içinde en vefasız ve duygusuz olanına aşık oldun. Apollon seni ne kadar sevmiş olsa bile bu hiçbir şeyi değiştirmez. O geri dönmeyecek. Burada oturup onun yasını tutma evine dön ve ölmekte olan babanla ilgilen, onu da kendin gibi kaderi ile baş başa bırakma.”

Bu sözleri duyan Klytie gene ağlamaya başladı ve göz yaşları 1 hafta boyunca hiç durmadı. Kimi zaman göz yaşları ile kimi zamanda deniz suyu ile ihtiyacını karşılıyordu fakat hiç yemek yemiyordu. Tam bir hafta boyunca tanrılara dua etti ve Apollon’u lanetledi. Onu seviyor fakat bir o kadarda nefret ediyordu.Kız bir haftanın sonunda son suyunu da içti ve gözlerini bir daha açmamak üzere yumarak Hades’e yapacak olduğu yolculuğuna çıktı. Göz yaşları tam bir yıl boyunca kurumadı ve Apollon oradan her geçişinde orada oturarak ağladı. Göz yaşları kuruduğu vakit tanrılar tarafından korunan ve ilk günkü kadar güzel görünen Klytie’nin vücudunu kucakladı ve ilk ellerini tuttuğu yere götürerek onu oraya gömdü.

Kıza eşsiz bir hediye vermesi gerektiğini biliyordu. Sonunda onun anısı için yeni bir çiçek yaratmaya karar verdi ve onu gömdüğü yerin üstüne heliotrope (gün çiçeği) adını verdiği bu çiçeği dikti. Sonrada bir süre kızın mezarını gözyaşları ile ıslattıktan sonra Olympos’un zirvesine doğru yola çıktı ve kısa bir süre sonra genç kızın adını bile unuttu.

Ama Klytie onu hiç unutmadı. Ölüm bile aşkın acısını onun ruhundan uzaklaştıramamıştı. Apollon’un kızın üstüne diktiği gün çiçeği her gün güneşi izledi ve batınca da boynunu büktü. Klytie’nin Apollon’a duyduğu ölümsüz aşk hiç sona ermedi…

Faustina

Faustina kıvırcık saçlı, zümrüt yeşili gözlü, şeker gibi tatlı ve kumru gibi masum bir kızmış. Faustina, İspanya kökenli sanatçı bir aileden yakışıklı Marcus Aurelius ‘a aşık olmuş.  İki genç romantik bir aşk yaşayarak evlenmişler. Prenses  Faustina ile mutlu bir evlilik geçiren Marcus kayınpederinin ölümü üzerine politik bir geçmişi olduğu için imparator ilan edilmiş.
İmparator Marcus, kendisine isyan eden Romalı General Cassus’a  karşı sefer başlatmış. İmparator sefere çıkarken yanına Faustina ve sevimli oğlunu da amış. İzmir’e geldikleri zaman Faustina bu güzel  şehre hayran olmuş. Hergün, bugünkü Kadifekale’ ye çıkarak denizden gelen rüzgarı içine çeker ve güvercinlerini azat edermiş.
Roma ordusu yoluna devam edip Toros dağlarını  aştığı  sıra  Faustina hastalanmış ve kocasının kollarında ölmüş.
İmparator Marcus,  Suriye ve Mısır’a gittikten sonra tekrar  İzmir’e dönmüş. Karısının çok sevmiş olduğu bu şehirden ayrılmak istemeyen İmparator,  İzmir’e yerleşmiş.
İzmir, daha sonra korkunç bir depremle yıkılınca, İmparator’un büyük ilgisiyle yeniden inşa edilmiş.
İzmirliler, sevgili kentlerini kurarken  Agora’ nın batı yapısı girişindeki kemerli kapıya Faustina’nın sevimli bir kabartmasını yerleştirmişler.

Prometheus

İda dağında oturan eski tanrılardan önce başka tanrılar egemenmiş dünyamıza. Bunlardan bazıları devler (Titan) bazıları ise Okyanus (Okeanus), gökyüzü (Uranus) ve toprak (Gaia) gibi çok güçlü tanrılarmış.
Daha sonraları Zeus ve arkadaşları titanlarla savaşıp onları dünyadan kovmuşlar. Bu büyük savaştan önce iki titan, Klymene ve İapetos evlenmiş,  dört çocuk sahibi olmuş. Hepsi iriyarı, güçlü, zeki ve özgürlük tutkunuymuş. Atlas çok cesurmuş, hatta Zeus’u bile umursamazmış. Doğal olarak bir gün Zeus çok kızıp onu  “Dünya’yı omuzlarında taşımaya” mahkûm etmiş. Bugün dünya haritalarını içeren kitaplara da bu yüzden Atlas deriz. Diğer kardeş Menoitios,   çok gururlu ve kibirliymiş.  Zeus buna da katlanamamış ve onu yeraltına göndermiş.  Zeus pek demokrat ve hoşgörülü birisi olarak tanınmazmış zaten. Üçüncü kardeş Epimetheus ise Pandora ile evlenmiş.
Hani şu “Pandora’nın sandığını” açıp dünyaya felaket ve salgınları salan meraklı tanrıça ile… Bu da aslında Zeus’un bir oyunuymuş. Son kardeş Prometheus da akıllı, güçlü ve onurluymuş.  Titan çocukları içinde Zeus’u en çok korkutan da oymuş. Bu dört genç titan, Zeus’u kesinlikle efendi olarak kabul etmiyorlarmış.
Prometheus’un bir yeteneği varmış, babaannesi Gaia’ya çekmiş; gelecekte olacakları önceden görebiliyormuş. Prometheus,  yaptığı zalimlikler nedeniyle Zeus’a çok kızarmış ama ondan korkarak köleliği kabul edip, boyun eğenlere de çok kızarmış.
Zeus insanlar kendisine zarar vermesinler, tahtını ele geçirmesinler diye birçok önlemler almış. Herkesten kuşkulanıyormuş. Bütün besinleri toprağın altına saklamış, insanlar kolayca bulamasın diye… Bu kadarla da kalmamış en önemli silah olan bilgi ateşini de onlardan, insanlardan saklamış. İnsanların bilgi ateşini bularak bilgilenmelerini, kendine karşı ayaklanmalarını istemiyormuş. Prometheus, bu bilgi ateşini insanlara götürmeye karar vermiş. Böylece insanlar zalim Zeus ’la başa çıkabilirlermiş. Prometheus, insanlara bilgi ateşini vermenin ağır bir suç olduğunu biliyormuş. Bir sabah erkenden yola çıkmış. Yanına “narteks”  çiçeğini almış. Bu narteks çiçeği, ateşe çok benzermiş. Tanrılar katında, İda dağında ateşin yanına ulaşmış, nöbetçiler uyuyormuş.Gizlice bilgi ateşini alıp, yerine narteks çiçeğini koymuş. Hemen insanların yanına dönmüş. İnsanlara bilgi ateşini getirmiş işte! Artık bu ateşi korumak ve büyütmek insanların göreviymiş. Zeus bunları görünce çıldırmış. Prometheus’u bir dağa zincirlemiş. Ona korkunç bir ceza vermiş. Her gün bir kartal geliyor ve Prometheus’un karaciğerini yiyormuş. O gece yeniden karaciğeri oluşuyormuş Prometheus’un. Yenilenen karaciğer de, kartalın ertesi günkü yemeği oluyormuş. Bu bitmeyecek bir işkenceymiş. Prometheus, sakinmiş çünkü insanların bilgi ateşini büyütüp, onu kurtaracaklarını biliyormuş

Oedipus

Oedipus'un babası, Laios, Pelops un oğluna tecavüz ettiği için crysispios Pelops tarafından lanetlenir: Laios'un yeni doğan oğlu Oedipus, babasını öldürecektir. Bunun üzerine Laios, oğlunun ayak bileklerini iplerle sardırır (Yunanca oidipous, "şişik ayaklı") ve Oedipus'un, kurtlara ya da kuşlara yem olması için ormana bırakılmasını emreder. Fakat yardımcısı, Laios'a ihanet eder ve küçük 'Edip'i götürüp bir çobana teslim eder. Çoban, Küçük Oedipus'i, çocukları olmayan Corinth kralı Polybos ve kraliçe Merope'ye (veya Periboea) armağan eder. Polybos ve Merope, Oedipus'u kendi öz çocukları gibi sever ve büyütür. Korint Kral ve kraliçesi oğulları Oidipus'la birlikte mutlu yaşarlar ta ki günün birinde bir şölen sırasında oldukça sarhoş bir davetli Oidipus'a "evlatlık" gözüyle bakana dek. Ertesi gün genç adam annesini, babasını sorgular, ikisi de inkar eder. Oidipus yine de kuşku içinde kalır. Bunun üzerine Delphoi'ye yola çıkar. Kahin onu horlayarak başından savar; sorusuna hiç değinmeden iğrenç bir geleceğin haberini verir: Oidipus annesiyle beraber olacak, zina ürünü bir soyu türeyecek ve kendisine hayat vermiş olan babasının katili olacaktır. Dehşete düşen Oidipus nereye gideceğini pek düşünmeden oralardan kaçar; bir daha asla Korint'e dönmeyecektir. Delphoi'den çıkarken dar bir yol ağzında arabaya binmiş, yanında da birkaç hizmetçi bulunan bilinmedik yaşlı bir adama rastlar. Geçiş önceliği için çekişirler: Oidipus arabanın yanından geçmekte iken yaşlı adam onun kafasının orta yerine iki kamçı darbesi indirir. Oidipus hemen sert karşılık verir: Sopası ile ihtiyarı yere yıkar, sonra da tanıkları öldürür. Artık yollarda başıboş dolanmaya başlar Thebai'ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır.
"Şehrin dolayında dağlık bir buruna bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks yerleşmiştir."
(Aiskhylos)
Sfenks yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebaililer her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini sfenksten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oidipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur:
"O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de, doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?"
Oidipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır.
Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebaililer kurtarıcılarını alkışlar, onu kral yapar ve kraliçe ile evlendirirler. Şu halde Oidipus, Iokaste ile evlenmiştir. Ondan Eteokles ve Polineikes adlı iki oğlu, Antigone ve Ismene adında iki kızı olur. Sitede herkes onun mutluluğuna hayrandır. Birkaç mutlu yıldan sonra Thebai'da veba salgını yaşanır, artakalan insanlar Oidipus'a tekrar onları kurtarmaları için yalvarır. Oidipus, Delphooi kahinine danışır; kahin ona orada mutluluk içinde yaşamakta olan günahkarı ülkeden kovmasını önerir. Oidipus eski kral Laios'a karşı işlenip cezasız kalmış olan cinayetin söz konusu olduğunu düşünür; suçluyu cezalandırmaya ant içer. Kör kahin Teireisias'a sorar, kahin açığa vurur ki, katil Oidipus'un ta kendisidir, o hem de kendi annesinin kocasıdır. Oidipus araştırır, Laios'un Delphoi'ye giderken öldürüldüğünü öğrenir ve aklına aynı yolda karşılaşıp öldürdüğü yaşlı adam gelir. Eş zamanlı olarak babası Polybos'un ölüm haberini alır ve haberi getiren ulak ona Polybos'un oğlu olmadığını açıklar. Öte yandan Oidipus, Iokaste'dan duyduğu bir öyküyü hatırlar: Iokaste'ın ilk kocasından bir çocuğunun ölmesi için ormana bırakılması. Oidipus ormana bırakılan çocuğun kendisi olduğunu anlar. Kehanet gerçek olmuştur. Günahları yüzünden kan ve kedere gömülen, herkes tarafından terk edilen Oidipus artık sadece kör bir dilencidir. Umarsızlık içinde Iokaste'in altın iğneleri ile gözlerini oyar ve kızı Antigone'un izinde yollara düşer. Iokaste de kendisini odasında asar.

İason

Yunan mitolojisinde altın postu arayan Argonotların önderidir.
Yunanistan’da Yason (İason)’un başkanlığında kahramanlar bir araya gelirler ve “Altın Post”u ele geçirmek için Kolhis'e gitmeye karar verirler. Argonotlar, “Argo” (bu geminin adından dolayı onlara Argonot denmiştir) adlı bir gemi yaparlar ve Kolhida'ya doğru yola çıkarlar. Uzun ve çok zor bir yolculuktan sonra Aiet’in güçlü ve zengin krallığına varırlar. Kral, Yunanlı kahramanları saygıyla karşılar ve gelmelerinin nedenini öğrenir. Aiet, İaosun’un şartlarını yerine getirmesi halinde “Altın Post”u Yunanlılara vermeye karar verir. İason önce ateş püskürten öküzlere boyun eğdirecek, başlarına boyunduruk geçirecek ve büyük bir tarlayı sürecektir. Sonra İason’un ejderhayı öldürmesi ve onun dişlerini toprağa ekmesi gerekir. Bu dişlerden savaşçılar çıkmaktadır. İason’un bu savaşçılarla savaşması ve onları yenmesi gerekir. Yunanlılar ancak bundan sonra “Altın Post”u alabileceklerdir. Bu şartları, Aiet’in dışında kimsenin yerine getirmesi mümkün değildir. Bundan dolayı kral İason’un öleceğinden emindir. Kralın kızı Medea’nın yardımı olmasa, Yunanlıların liderinin, Aiet’in şartlarını yerine getiremeyeceği açıktır. Kralın kızı, ilk görüşte İason’a âşık olmuş ve ona yardım etmeye karar vermiştir. Medea bir büyücüdür. Onun yardımıyla İason kralın şartlarını kolayca yerine getirir ve Aiet’den “Altın Post”u ister. Kral, Yunanlılara kimin yardım ettiğini hemen anlar ve “Altın Post”u vermeyeceğini açıklar. Bunun üzerine İason, postu ele geçirmeye karar verir. Ne var ki Medea’nın yardımı olmadan bunu gerçekleştirmesi olanaksızdır. Kralın kızı, postu bekleyen korkunç ejderhayı uyutur ve Yunanlılar “Altın Post”u ele geçirmeyi başarırlar. Hızla gemilerine binerler ve ülkeleri Yunanistan’a doğru yola çıkarlar. Medea da İason’la birlikte gider. Aiet, postun götürüldüğünü ve kızının kaçtığını öğrenir öğrenmez, hemen ordusunu toplar ve Yunanlıların peşine salar.Askerler İason'un ordusunu yakalar, ama bu orduya önderlik eden kişi, Medea'nın abisidir.Bu nedenle Medea İason'un onu kaçırdığını söyleyerek kollarına atılır ağabeyinin.Abisi onu kabul eder, Medea İason'a olan aşkı nedeniyle ağabeyini bıçaklar ve denize atar.
Ordusu gerekli töreni düzenlemek için Medea'nın ağabeyini ararken İason ve Medea kaçar.Bu nedenle askerler “Altın Post”u geri almayı başaramazlar.
İason karaya varır varmaz, kralın kızıyla evlenmeye razı olur. İason postu bir ağaç dalına asar ve bu post topraklara bereket getirir. Medea, İason onu terk edince çılgına döner ve kendi çocuklarını öldürür. sonrasında da saraya gizlice girip İason'ın karısını zehirler.

Odisseas

Odisseas (Ulysses, Ulis), kuzeybatı Yunanistan kıyılarının karşısında bulunan İthaka (İthaca, İthake) adasında doğdu. Babasının adı Learthes, anasının adı Antikleia idi. Yalan Autolykos'un kızı olan Antikleia'nın Leartes ile evlenmeden önce Sisyphos ile yattığı, Odisseas'un bu birleşmeden doğduğu da söylenir.
Odisseas'un gençliği, Akhilleus'unki gibi hekim Kheiron'un yanında geçti. Bir gün Odisseas, dedesi Autolykos'a konuk olarak gitti. Orada bir yaban domuzu avına katıldı ve bacağından yaralandı. İşte, Truva Savaşı sona erdikten sonra, bir on yıl daha türlü maceralar geçirerek İthake'ye döndüğünde, dadısı Eurykleia tarafından yaşlı Odisseas'un tanınmasını sağlayacak yara izi, budur.
Truva Savaşına katılmadan önce Odisseas, İthake kralı oldu. Babası Learthes'in oğlunu tahta nasıl geçirdiği pek anlatılmaz. Ama kral olunca bir eş seçmesi olaylı oldu. Hemen dünyanın en güzel kızı Helena'ya (Helen) talip oldu ama güzel kızın taliplilerinin çokluğundan ürkerek ondan vazgeçip, Helena'nın babasının kardeşi İkarios'un kızı Penelope'u (Penelopeia) istedi. Tyndereos'un ise Odisseas'un bu yaklaşımını önce beğenmedi. Odisseas ise Penelope'u almak için şartını söyledi. Tyndereos'u düştüğü durumdan kurtaracak, bulduğu çözümle kimse arasında kavga olmayacaktı. Bu arada Tyndereos'un kızını türlü prensler, krallar ve savaşçılar istiyorlar, türlü hediyeler gönderiyorlardı. Tyndereos da onların kalplerini kırıp bir felakete yol açmamaya çalışıyordu. Sonunda Tyndereos, Penelope'u vermeye razı olunca Odisseas fikrini söyledi: Kocasını Helena kendisi seçsin ama her kimi seçerse diğer tüm talipliler bunu sorun etmeyecek ve Helena'nın kendine seçeceği kocaya her zaman arka çıkmaya ant içecekti. Tyndareos, fikri beğendi ve iş kızın seçimine bırakıldı. İkarios önce herkesi yemin etmeye çağırdı. Herkes yemin etti, Odisseas dahil. Dünyanın en güzel kızı Helena, kocası olarak Agamemnon'un kardeşi Menelaos'u seçti. Herkes karara saygı duydu ve kabul etti. Herkesçe edilen bu yemin, ileride on yıl sürecek olan " Truva Savaşı "na yol açacaktı

Akhilleus

Akhilleus ölümlü bir baba olan Peleus ile su tanrıçası olan Thetis'in oğlu olan yarı tanrıdır. Dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilir. Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biridir. Truva Savaşı'nın Grek kahramanlarının başında gelmekte ve Homeros'un İlyada mitolojik eserinde Greklerin en büyük savaşçısı olarak baş karakterdir. Homeros'un MÖ 720'lerde yazmış olduğu on altı bin dizelik İlyada eserinde Achilles yer alır.
Annesi Thetis oğlunu ölümsüzlük nehri Styx'de yıkarken elini suya değdirmemesi öğütlendiği için onu sol topuğundan tutup suya batırmıştır. Yalnızca oradan vurulursa öleceğine inanılır. Efsaneye göre öleceğini bildiği halde Helen'i geri almak için yapılan ve en büyük savaş kabul edilen Truva Savaşı'na adının sonsuza kadar anılması için katılmış ve Truvalı prens Paris tarafından tesadüfen, sol topuğundan zehirli okla vurularak ölmüştür.
Bu yüzden ayak topuğunda yer alan tendona "aşil tendonu" adı verilir.
Başka bir anlatı da şöyledir:
Thetis'ten doğacak çocuğun tüm tanrılardan daha güçlü olacağı kehaneti üzerine Thetis Peleus ile yani bir ölümlü ile zorla evlendirilmiştir. Thetis doğan çocuklarının ölümlü taraflarını yok etmek için kocasından gizlice onları doğar doğmaz ateşte yakar ama çocukları bu yüzden ölür. Thetis son oğlu Akhilleus'u (Aşil) ateşe tutarken Peleus onu yakalar. Akhilleus'un sadece topuğu yanmıştır.

Herakles

Yunan mitolojisinde Herakles, Roma Mitolojisi'nde Herkül, Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene'nin oğludur. Kadına aşık olan Zeus ona kocası kılığında yaklaşmıştır. Herakles'in Zeus'un çocuğu olduğunu anlayan Hera onunla sürekli uğraşmış ve ölümüne neden olmuştur. Herakles doğduğu günden itibaren tanrısal bir kuvvete sahiptir. Hera'nın gönderdiği iki zehirli yılanı öldürdüğünde henüz birkaç günlük bebektir.
Herakles üstün bir eğitim görmüştür. En iyi yaptığı işler ok atmak, at sürmek ve güreşmektir. 18 yaşına geldiği zaman Kitharion ormanlarında yaşayan ünlü canavarı öldürmüştür. Kendisine ödül olarak Thebai kralının kızı Megara verilmiştir. Bu kızdan üç oğlu olmuştur. Hera işe karışarak Herakles'i çıldırtmış, Herakles de kendi karısını ve çocuklarını öldürmüştür. Suçlarından arınması için Miken kralı Eurystheus'un hizmetine girip, onun her istediğini yapması gerekmiştir. Kralın Herakles'e yaptırdığı 12 işe mitolojide Herakles'in 12 görevi veya işleri denir. Ayrıca çok güçlü bir karakter olarak da bilinir.
Bu 12 görev şunlardır:
  1. Nemean arslanı'nı yenmek (efsaneye göre aslanın postu sadece kendi pençesiyle kesilebilir).
  2. Lerna gölündeki Hydra'yı öldürmek.
  3. Artemis'in kutsal hayvanlarından Kyreneia Geyiğini yakalamak.
  4. Erymanthian dağında yaşayan büyük yaban domuzunu ağla tutmak.
  5. Augias'ın ahırlarını bir günde temizlemek. (İki büyük ırmağın yataklarını değiştirip ahırlardan geçirerek.)
  6. Stymphalos'da yaşayan ve o bölgedeki insanların rahatını kaçıran Stymphalian Kuşları Athena'nın yardımıyla kovmak.
  7. Girit'e gidip Poseidon'un Minos'a verdiği azgın Girit Boğası'nı getirmek
  8. Troya kralı Diomedes'in emrine girip troya halkına eziyet çektrien , Hellospontos Boğazı'nda yaşayan deniz canavarını öldürerek Troya halkını beladan kurtarmış ancak Diomedes'in ona, azarlayıcı tutumu karşısında cezalandırıp öldürmüş ve Troya'nın yanması için lanetler savurmuştur .
  9. Amazonlar kraliçesi Hippolyta'dan kemerini almak. Kemeri almak için kraliçe ile anlaşmış, ancak Hera'nın kışkırtmasıyla Amazonlar, Herakles'e saldırmış, Herakles de kraliçeyi öldürmek zorunda kalmıştır.
  10. Okeanos'un bir adasında bulunan 3 gövdeli dev Geryoneus'un sığırlarını çalmak.
  11. Hesperidler'in altın elmalarını getirmek. Elmaları almak için altın elma ağacını koruyan kızları ve daha da önemlisi onların ejderini geçmesi gerekiyordu. Bunun için Herakles altın elmaların koruyucusu olan kızların babası Atlas'a gider ama o da biraz kurnaz davranarak Herakles'le bir anlaşma yapar.
  12. Hades'in ölüler ülkesini koruyan Kerberos adlı köpeği yeryüzüne çıkarmak.Ancak Herakles'in çilesi bunlarla bitmedi. Bu 12 işten sonra sayısız maceralara girişti. Lydia kraliçesi Omphale'nin hizmetinde bir yıl kadın kılığında çalıştı, yün eğirdi. Prometheus'u kurtardı, Troya'yı tahrip etti. Argonatların seferine katıldı. Deianeira ile evlendi, Sentor Nessos karısına yaklaşmak isteyince onu oklarıyla yaralayarak öldürdü. Nessos ölmeden önce Deianeira'ya kendi kanından vererek bir gün kocan için lazım olabilir dedi. Bir zaman sonra Herakles esir aldığı bir kızı Deianeira'ya gönderir lakin Deianeira Herakles'in kendisini bu kızla aldattığını düşünüp sinirlenir. Herakles yeni bir gömlek istediğinde Nessos'un verdiği kana batırılmış gömleği Herakles'e verir. Gömlek Herakles'in üstüne yapışır ve dayanılmaz acılar vermeye başlamış. Bu dayanılmaz acıya son vermek için Herakles bir odun yığını hazırlatarak kendisini alevlerin içine attı.
    Herakles'in ölümüne başta Zeus olmak üzere bütün tanrılar çok üzülmüş ve onu Olympos'a götürerek ölümsüzlük bağışlayıp tanrıça Hebe ile evlendirmişlerdir. Fizik ve moral gücün simgesi olan Herakles Yunanistan'da hem tanrı hem de kahraman olarak saygı ve tapınım görmüştür. Heraklesoğulları denilen çocukları Yunan yarımadasındaki halkların atası sayılmıştır.

Arakhne


İzmir’in güneyinde Kolphon diye bir kent varmış. Bu kentte Lydialı bir kız oturuyormuş. O kız,  dokuma ve örmede pek ustaymış. Kızın elişlerini görmek için her yerden, orman ve dağ perileri gelirmiş. Kıza herkes hayran olurmuş.
Kız işlenmemiş yünü eline alınca,  güzel parmaklarıyla evirip çeviriyor ve yumuşacık, hafif bir yumak yapıyormuş.  Herkes ona “Örmeyi Tanrıça Athena’dan mı öğrendin?” diye soruyormuş. Athena örücülüğü ile ünlüymüş. Kız bir gün kızarak “Ne Athena’sı? Ben kendim öğrendim.” demiş. Athena bunu duyunca çok kızmış. Kolphon’a gelerek kızla dokuma yarışmasına girmiş. İkisi de tezgâhların başına geçmişler. Yanlarında renkli tireler, aralarında da gümüş ve altın teller varmış. Athena bir zeytin ağacı dokuyormuş. Kız ise tanrıların zamparalıklarının resimlerini dokuyormuş.Örneğin, Zeus’un kuğu kuşu kılığına girerek, sarışın Europa ile aşklarını dokumuş. Athena kızın yaptıklarını görünce çok kızmış. Eline aldığı sopa ile kızı fena halde dövmüş. Kızın her yeri yara bere içinde kalmış. Arakhne karşısındakinin Athena olduğunu anlar ve çok utanır. Arakhne kaçar ve kendini asar. Onun bu halini görünce Athena kıza acıyarak dövmeyi bırakıp onu örümceğe (Arakhne)  çevirmiş.
O günden bu güne zavallı örümcek ipek ağlarını örer dururmuş.
Arakhne’nin yaşadığı Kolophon ve Miletos kentleri, dokuma kumaşları ve renkli yünleriyle ünlüymüş. Tarihten önceki çağlarda dünyanın kadın giyimi modasını, farbelalı eteklerini ve benzerlerini bu kentler satıyormuş. Bu kentlerin endüstrisini zamanın en önemli kenti olan Atina çok kıskanıyormuş.
Zamanımızda yapılan kazılarda, Miletos’ ta üzerinde örümcek kabartması taşıyan mühürler ve sikkeler bulunmuştur.  Bu sikkelerin bulunuşu da bu efsaneyi anlatır.

Dioskurlar ve Efsanesi

Kelime anlamı “Zeus’un delikanlıları” dır. Bu isim Leda’nın iki oğlu Kastor ile Polydeukes’e verilir. Leda’ya aşık olan Zeus bir gece taygetes dağının vahşi tepesine iner. Gece çok karanlıktır. Yüksek dağın sessizliğini bozacak hiçbir gürültü yoktur. Zeus neden tanrıların dağını terk edip, yeryüzüne inmişti? Elbette bunun bir nedeni olacaktı! o gönül verdiği güzel bir kızı elde etmek için, yakışıklı bir kuğu olup, yeryüzüne inmiştir, Leda aynı zamanda kocası Tyndaros ile de berabermiş. Leda daha sonra bir yumurta dünyaya getirmiş ve bu yumurtadan ikiz çocuk çıkmıştır. Çocuklardan Helena ile Polydeukes Zeus’a, Kastor’la Klytaimestra Tyndaros’a aittir. Zeus’un oğlu ile Tyndaros’un oğlu birbirinden hiç ayrılmamış, kardeşlik ve dostluğun simgesi olmuşlardır.Dioskur’lar pek çok efsanede omuz omuza çarpışan kahramanlar olarak geçer. Ancak daha önce başlarına gelen talihsiz bir oyunda öldükleri için Troya Savaşı’na katılamamışlardır. Avrupalı ressamlara sık sık konu olan bu trajik olay şöyledir; Dioskurlar, Likyalı kahraman Leukippos’un iki kızına aşık olup, kızları (Phoibe ve Hilaria) kaçırırlar. Ancak kızların nişanlıları (aynı zamanda amca oğulları) peşlerine düşerler. Çıkan kavgada Kastor ölür, ölümsüz olan Polydeukes ise kurtulur. Tanrı Zeus birbirini seven bu iki kardeşi ayırmamak için onları gökyüzüne, yıldızların arasına yerleştirir. Dioskurlar aynı zamanda ikizler burcunu temsil ederler.
23724299 7589 4e1b 9341 1826a75e0096 300x205 Dioskurlar ve Efsanesi